Benim annemin dünyası
Nevzat Çiçek
Annem bir ümmidir, önce Kürtçe konuştuğu evinden Zazalara gelin gelince, 16 yaşında Zazaca öğrenmeye başladı. Zazaların gelini olmanın en büyük olmaza olmazlarIndan biri olan Zazacayı çok kısa sürede öğrendi. Okuma yazması yoktu...Beş kız, beş erkek çocuğuna sahip olması ve dünyanın bütün yükünün sırtında olmasına rağmen ilçede kızlarını okula gönderen ilklerden oldu. Babam, dışarıdayken evi evirip çevirmek onun boynundaydı. Hiç şikayet etmedi...beş kız beş erkek olmasına çok güler ve "Kızların başlık parasıyla erkeleri evlendirecektik" derdi ama İstanbul'da hesap çarşıya uymamamıştı bunu bir latife olarak anlatır, başlık parasını da kendisi kaldırmıştı. Evi yandığında ufak kardeşimi yangından kurtarılmasıyla sevindi, kan davalarından acılar tattı. Yokluğu da, gurbeti de hayatının her alanına sığdırdı. Başka vilayetleri ancak geçim derdi için tanıdı. Adana'nın pamuk tarlalarını da bildi,
Fırat'ın kenarını da...Yürümeye başlayınca sakatlığımı nazara bağladı, önce diyar diyar ziyaretleri dolaştırmam noktasında sürekli telkinde bulundu. Doktorda ameliyat olunca ayağımda demirleri görünce bir günde yaşlandı ama iyileştiğimi görünce sürekli dua etti ve yine gençleşti ve Yaradanına kurbanlar sundu. Geçim derdi başlayınca, büyük şehire doğru eşyalarımız kamyon kasasında İstanbul’a doğru yola çıktığında Türkçe bilmediği bir diyarda esas gurbeti çekti…Kısa bir süre hapis hayatı çekti desem yeridir.Pazara ilk çıktığında kardeşlerimin anlattıklarına hem gülüyor hem de Türkçe bilmeyen annemin zorluklarına şahit oluyorduk…Türkiye o gün bu kadar normalleşmiş değildi.
Minübüste bile Kürtçe konuştuğunuzda birileri size dönüp, “Türkçe konuşsanıza kardeşim” diyebiliyordu. Annem bizim gibi İstanbul’da öğrendi, siyaseti, ayrımcılığı ve de Kürt olduğunu. Kürtlüğü sürekli kendisine hatırlatıldı. Apartmanın temizlik günlerinde halı silkeletilirken, “Kürt silkeliyor” denildi. Hanım olan ismi çok sonra Kürtlükten terfi ederek kullanılmaya başlandı. Annem ümmiydi, kıldığı namazdaki duasını Kürtçe yapıyordu, yer yer takılmayı ihmal etmiyorduk, “Anne Allah Kürtçe duanı kabul eder mi?” diye oda gözleriyle yere doğru bakar, “Oğlum öyle deme günaha girersin” diyordu… İstanbul’a geldiğimizde abimin telkiniyle uzun yıllar evde Türkçe konuşmadık, hep Zazaca konuşmaya özen gösterdik. Çünkü dedemin bir kardeşimden su isterken kardeşimin annemin yanına gelip “Anne dedem ne diyor” demesini istemiyorduk. İstanbul doğumlu olan kardeşlerimizle dedemler arasında bir köprü kurmaya çalışıyorduk…Zorlanıyorduk annemin Türkçe öğrenmesine de engel teşkil ediyordu ama bunu başarmaya çalışıyorduk ve başardıkta... Kültürel olarak İstanbul'a uyum sağlamak çok zordu. Misafir geleneğimiz devam ediyor, küçük evlerde bütün yük annemin sırtında yaşıyorduk. Ne bahçe var dı, ne ahır vardı, ne komşular alıştığımız gibiydi kısacası her şey yabancıydı. Biz dışarı atarken kendimizi o saçını süpürge ederek çalışıyordu.
Annemin bendeki en güzel fotoğrafı bir kış ayında canlanıyordu. İstanbu’a gelmişiz, evimizin önünde Salı pazarı kuruluyor. Kış ayıydı ve oldukça soğuktu…Akşam üzeri annemin bir tencere yemeği aşağı gönderdiğine şahit oldum. Kapımızın önündeki pazarcıların açlığını düşünerek, soğuk havayı düşünerek onlara çorba yapmış ve göndermişti. Ne bir samimiyeti vardı ne de o dönem aynı dili konuşuyorlardı. Annem “Sevaptır” diyerek bunu yapıyordu. Çünkü onun yetiştiği kültür ona bunu yaptırıyordu… Annem büyük şehire alışmaya çalışırken komik şeyler de olmuyor değildi. Bir gün küçük kardeşimle beraber otobüse binerken otobüs şofürünün “Pasonu göster” sözü üzerine annemin Türkçe bilen küçük kardeşime dönmesi ve kardeşimin de bir şey bilmemesine hala gülüyoruz. Annem seyyar otobüs bileti alırken, biletçi tam bilet parası alıp anneme öğrenci bileti satmıştı ve şofürde paso istiyordu…
Büyük şehrin dayattığı kimliklerdi bunlar... Hiç unutmuyorum, Mem u Zin” filmi ilk defa Star Televizyonu’nda yayınlanacaktı. O gün hepimiz gece yarısı televizyon karşısına geçmiştik. Gözyaşları içerisinde filmi izlerken annemin o masum, o içten, bir o kadar da isyan dolu sözü yankılandı…”Allah bu Kürtçeyi yasaklayanların belasını versin”…Çünkü o dilini rahat konuşacağı bir Türkiye'nin olmayacağını düşünüyordu ama hayat ona uzun bir süre sonra bunun gerçekleştirildiğini gösterdi. Annemin en büyük mutululuğu en büyük ablamı ilçede okula ilk gndermeye başladığında ona karşı çıkanların ablam görev aldıktan sonra onu arayarak kendilerine yardımcı olmalarını istediğinde yaşıyordu. Bu bir gurur değildi, bu çektiği çileler neticesinde ne kadar doğru bir karar verdiğini gösteriyordu. Annem Türkçesi’ni çok ilerletti. Hala yarı Kürtçe, yarı Türkçe yarı da Zazaca olan dünyanın en duygu yüklü dillerinden birini konuşuyor.55 yaşından sonra mahallenin Kur’an Kursu’na kayıt yaptırdı. 55 yaşında sonra Kur’an öğrendi şimdi hafız olmaya çalışıyor. Babamın vefatından sonra her mezar ziyaretlerimizde yüreğimizi o soğutuyor, onun dualarına amin diyoruz. 10 Çocuğunu okutan, sekizini üniversiteli yapmayı başaran bizler ümmi olan annemizin dualarına amin diyoruz. Annem tek başına Hac yolculuğuna çıkarken dünyanın en mutlu insanı olmuştu, en büyük hayali ve arzusu gerçekleşiyordu. Hac dönüşü, “Evimizi Kabe’ye taşıyalım” sözü ondaki o özlemi anlatıyordu. Ne zaman Kabe görüntüsü görse anneciğimin gözleri hala dolar ve arkasından “Bu dünya boş” sözü duyulur.
Çocuk yetiştirmenin ne kadar zor olduğunu evlenince anlıyor insan, benim gibi çalışanlar 1 çocuk sahibi olup onu yetiştirmeye çalışırken ona 10 çocuğu nasıl yetiştirdiğini sorduğumuzda annemin bütün metamatik kurallarını alt üst eden o bereket cevabıyla karşılaşıyoruz: “Her çocuk rızkıyla doğar ve Allah yardım eder” Bugün annem hala her gün Kur’an Kursu’na gidiyor, hala her gün duasını ediyor, Kürtçe dinlerken artık çekinmiyor, siyasi iradesini yönlendirme ile değil kendi iradesi ile ortaya koyuyor. On çocuğun yanında, torunlarıyla Türkiye’nin çoğulcu kültürünü kendi hanesinde yaşıyor. Hala bütün dualarını silahların tekrar patlamaması, insanların ölmemesi ve Müslümanların zelil olmaması üzerine yapıyor. Şimdi ezberlediği duaları torunundan dinliyor ve oda ona okuyor.Anneler gününde benim gibi annem gibi anaların bu ülkede ne çektiğini anlatmaya çalıştım, uzun otobüs yolculuklarını, günlerce karakolda tutulup haber alamadığı insanlarını, dedelerinin nasıl köy meydanında asker diplikçileriyle su dökülerek dövüldüklerini anlatmayacağım. Annemi ikinci sınıf gören zihniyetin hala annem gibi insanları kazanamadığı bir Türkiye'nin eskiden kalması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Bırakın bu ülkenin esas sahibi olan bu anneler mutlu yaşasınlar, kendilerini mutlu hissetsinler, acıları artık yaşamasınlar... Hala Dünyanın hangi coğrafyasına gidersem gideyim en büyük zırhın annemin duası olduğunu biliyorum, bazen onun olmadığı bir dünyada ne olacağını da bimiyorum. İşe bu kadar daldığım bu büyük şehirde onu çok fazla ziyaret edemesem de kırıldığını bile ders gibi aktardığını biliyorum. Anneciğim, biliyorum ki sen olmasan ben olmayacaktım, biliyorum ki senin duaların olmazsa cesaretim olmayacaktı ve biliyorum ki sen yanımda olmasan da eviminin düzenindesin, çocuğumun eğitimindesin, iyi ki varsın…En büyük korkum acaba diyorum bir gün kızarda hakkını helal etmeden gider mi?
Benim ki kuruntu işte biliyorum hala yangına düşsem en önce ateşe sen atlayacaksın…Hala tırnağıma zarar gelse en önce sen koşacaksın. Hala düz yolda giderken ayağım bir yere takılıyorsa senin sözün üzerine oturup düşünüyorum acaba ne hata ettim diye...Hala senin masum telefonlarına gülüyorum, arayıp, "Evladım dikkat et çok konuşuyorsun diye sana beddua edeceğini söyleyenler var aman dikkat et" sözüne gülüyorum. Sen bu yazıları okuyamayacaksın biliyorum ama kalpten kalbe o sıcaklığın ikimizi saracağını biliyorum…Seni çok ama çok seviyorum senin gibi anneler var oldukça yıkılmaz bu toplum biliyorum….Bu devlet senin gibi annelerin yüreğini soğutamıyorsa, senin gibilerini hayır duasını alamıyorsa o devlet de kaybeder
Yorumlar -
Yorum Yaz